23 Ağustos 2011 Salı

A Few Good Men

Fenerbahçe direniyor...

3 Temmuz sabahı bir anda ortaya çıkan suçlamaların şaşkınlığını ancak bir haftada üzerinden atabilen Fenerbahçe 10 Temmuz gününden beri başkaldırıyor.

Bu haysiyet, onur ve cesaret dolu 44 günlük başkaldırı elbette ki içinde bazı kahramanlar yarattı.

Onlar azınlıktalar.

Bazıları oynadıkları rolün farkında bile değiller.

Hatta belki Fenerbahçe'li bile değiller.

Ama bu bir avuç insan milyonlarca Fenerbahçe'nin soluduğu ortama oksijen pompaladı. Gecenin en karanlık anında onlara doğacak güneşi, sökecek şafağı hatırlattı.

Fenerbahçe'li onları unutmayacak. Nasıl bu dönemde kendisini arkadan hançerleyenleri, yalnız bırakanları bir köşeye kaydettiyse, bu isimler de gönlünde yer tuttu.

Sayalım mı? Benim, sübjektif listem tabii bu. Aklıma geldiği sırayla...


Ogün Altıparmak: Ogün Ağabey, daha camia tokatın nereden geldiğini anlamadan, yeldeğirmenlerine saldıran Don Kişot misali, kendini ortaya atarken elinde içindeki Fenerbahçe sevgisinden başka hiçbir silahı yoktu. Dümdüz bir aşktı O'nun kameralara karşı yansıtmış olduğu. Akıttığı gözyaşları karşısında duran organize olmuş yargısız infaz cellatlarının geriye adım atmasını saqğlayamazdı tabii, ama "direniş"in nasıl bir duygu seli içinde başlayacağının habercisi oldu. O da "hukuktan anlamıyordu", hatta Şeytan gibi bir zekaya da sahip değildi. Yüreğinin sesini dinledi sadece.


Ömer Çavuşoğlu: Üst düzey futbol bilgisi, Türk futbolundaki yöneticilik tecrübesi ve keskin zekasıyla havada uçuşan kara kara sineklerin üzerine sıkılan Sheltox gibiydi. Apansız saldırılara, zekasının ona kattığı kara mizah anlayışı içinde, gülümseyerek cevap verdi. Duruşu, Fenerbahçe'ye yakışan bir özgüven yansıtıyordu. Yönetimin ortadan kaybolmuş olması, destek vermemesi O'na vız geldi. Gönüllerde bir kere daha taht kurdu.


Ali Koç: Belki de istemeden, amaçlamadan "direniş"in en öncü sloganını literatüre soktu. Küçük bir çay bahçesinde, çaresizlik içindeyken, bir anda ayağa kalkarak attığı "daha yeni başlıyor" çığlığı bizler için bayrak oldu. Böylece Azi,z Yıldırım'sız kafası kesik tavuktan farklı bir görüntü çizmeyen yönetime de hayat öpücüğü vermiş oldu. kapalı kapılar ardında oynadığı liderlik rolünü de duymuyor değiliz.


Pınar Memiş: Bu hanımefendiyi tanımam. Hangi takımı tuttuğunu da bilmem. Sadece 5 Temmuz günü arabada yoldayken dinlediğim radyo kanalında Türkiye'ye nasıl bir hukuk dersi verdiğini biliyorum. Söylediği her kelimenin altına baktığımızda bir bilgi yığını bulunabiliyordu. Ve bütün gelişmeler döndü dolaştı bu kadının verdiği bilgilerle paralel seyir izlediler. O'nun cümlelerini umut belleyen benim gibi Fenerbahçe'liler için Pınar Hanım tam anlamıyla çölde vaha gibiydi. Kendine "spor hukukçusu" diye adlandıran şarlatanların, "adliye muhabiri" diye isimlendiren palyaçoların çamura bulayıp karanlığa gömdüğü hukuk zeminini adeta projektörle aydınlattı. İşin en gğzel tarafı bu zarif hanımefendinin Galatasaray Üniversitesi'nde kürsü başkanı olmasıydı.


Lube Ayar: Son derece güçlü kalemi, pürüzsüz Türkçe ifade yetkinliği ile "direniş"in her deliğini betonarme kaplayan görünmez kahramanı, futbol deyimiyle "hamal"ı idi. Gerektiğinde yıllardır hatmettiği belgeleri suratlara çarptı, bazen alaycı ifadelere karşı "ayar" verdi. Tek başına şike vakasına farklı cepheler ekledi, dosyalar açtırdı. Girdiği tartışmalarda karşısına çıkanları böcek gibi ezerken, onların düştüğü çaresizlikten "Aziz Yıldırım buna kızım diyor" seviyesinde eleştirilerle karşı karşıya kaldı. Beş takımı temsil eden kadınların temsil ettiği programa bu kızcağızı çıkarmak bana kalırsa O'nun zeka ve birikimine hakaretti.


Ebru Köksaldı: Türkiye'de futbolun ne kadar corrupted bir düzen içinde oynandığı konusunda üniversitede kürsü sahibi olması gereken bu cesur kadına Hürriyet gazetesinin sadece internet ortamında sütun açarken, eleştirilen düzenin en güçlü temsilcisi olan Erman Toroğlu'na sayfaların ayrılmasının hiçbir savunması olamaz. Bu sadece, Hürriyet'i geçtim, Türk basınının ayıbı ve kalitesizliğidir.


Aykut Kocaman: Teknik olarak daha önceleri benim tarafımdan eleştiri oklarına hedef olan Aykut davamızın ilk gününden itibaren kocaman yüreğini ortaya koydu. Maçların ve şampiyonluğun nasıl kazanıldığını kim daha net ifade edebilirdi ki? "Ayrılıyor", "bırakıyor" polemiklerine "Fenerbahçe bana ne kadar ihtiyaç duyarsa, o kadar buradayım" deyip set çekerek hevesleri kursaklarda bıraktı. Hocam, sen yüreğinle bu işi öyle bir hale getirdin ki, şu takımı alıp sahada kümeye düşürsen sana söyleyebilecek tek cümlem olmaz. (Tabii Alex'e haksızlık etmediğin sürece :) )


12numara: Krallıkların, diktatörlüklerin bir günde nasıl devrildiğini gördüğümüz günler yaşıyoruz. 12numara korkak, pısırık, içten pazarlıkçı Antu'nun altından bir günde "taraftarın resmi sitesi" payesini çekiverdi. Antu temsilcileri televizyonlarda Fenerbahçe değerlerine aykırı mesajlar verip yüzümüzü kızartırken 12numara "direniş" bayrağını çeşitli organizasyonlarla her Fenerbahçe kalesine asmaya çalıştı. Ortada kale yoksa, o kaleyi inşa etmek için maddi ve manevi fedakarlıktan kaçınmadı. Ne Aziz'ci oldu, ne de arkasından timsah gözyaşları döktü. Kayıtsız, şartsız bir sevgi üzerinde duran Fenerbahçe kültürünü en iyi şekilde temsil etti.


Yoldaşlar! Sizinle gurur duyuyoruz ama "daha yeni başlıyoruz"...

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Ayaklar altındaki yüzyıllık değer yargıları

Ayaktopu'nu ilk yazmaya başladığım gün sadece futbol ve Fenerbahçe yazmaya, başka hiçbir takımla ilgili polemik yaratacak konulara girmemeye kararlıydım. Çünkü rakip takım taraftarlarıyla girdiğim polemiklerin sonucunda, tarafların yaşananlara çok farklı baktığını, tartışarak kimsenin diğerini ikna edemediğini görmüş, asgari müşterekte bile anlaşabilmenin mümkün olmadığını anlamıştım. Israrcı olmak sadece karşı takım taraftarları tarafından, belki de haklı olarak, "fanatiklikle" ilişkilendiriliyordu.
Ve ben bu blogda geçmiş tecrübelerimden kazandıklarımla "okunabilmek" istiyor ve bu nedenle olabildiği kadar diğer takımlara bulaşıyordum. Taa ki...
"Galatasaray Federasyonu ve Fenerbahçe'yi UEFA'ya şikayet etti" diye bir dedikodu kulağıma çalınıncaya kadar...

Önce inanmadım...
Nasıl inanayım ki? "İspiyonculuk" o camianın genlerinde olamazdı. Galatasaray Lisesi mezunu bütün tanıdıklarım o lisede "ispiyoncuların" nasıl cezalandırıldığını, nasıl toplum dışına itilip, türlü işkencelerden geçtiklerini anlatırlardı.
Dedesi şu anda yaşayan en yaşlı Galatasaray'lı, babası ise Lise mezunu olan sülalece Galatasaray görgüsünden geçmiş olan karım da aynı noktadaydı. "Böyle bir şey yapılamazdı. İspiyonculuk Galatasaray teamüllerine aykırıydı"...
Bir rakibe karşı duyulan kompleks, düşmanlık, hırs, kin, nefret bir camianın bütün iç değer yargılarını bu kadar ayaklar altına alınmasına neden olabilir miydi?

Sadece bu kadar da değil. Biz Fenerbahçe'liler Galatasaray'dan öğrenmemiş miydik ketumluğu, "kol kırılır yen içinde kalır" felsefesini? Bu felsefenin temsilcileri nasıl olur da böyle bir gaflete düşebilirlerdi?

İnanmamam için bir neden daha vardı. Hepimiz duymuyor muyduk 2006 yılında Galatasaray kasasındaki izahı olmayan bir milyon dolarlık açığın girdi dekontunun Denizli vali yardımcısı tarafından Federasyon'a verildiğini? Böyle hassas bir ortamda Galatasaray için, üstelik karar verici Federasyon'a karşı, yeni bir cephe açma aptallığında kim bulunabilirdi? Kim böyle kendi ülkesini dışarıya şikayet edecek, ülke içinde açılacak davalarda kendi camiasını zor durumda bırakacak kadar sorumsuz ve vurdumduymaz olabilir, diğer kulüpler tarafından "gemiyi terkeden fare", "Laurel-Hardy" gibi aşağılayıcı benzetmelerle yüzyüze kalacak kadar kendini küçük duruma düşürebilirdi?

Ve bugün yavaş yavaş Galatasaray'dan UEFA'ya bir şikayet dosyasının gittiğini şaşkınlıkla gazetelerde okudum. Ancak rivayet odur ki bu ispiyonculuktan Galatasaray yönetiminin haberi yok, bu utanç verici aksiyon sadece Adnan Öztürk adındaki bir yönetici tarafından yapılmış.

Umuyorum söylendiği, yazıldığı gibidir. Umuyorum bu yüz kızartıcı eylem "ben yönetmeyi bilirim" diyip kendini dev aynasında gören acemi bir başkancığın kontrolünün dışında gelişen "münferit" bir eylemdir. Umuyorum çok kullanılan ifadeyle bu yapılan "camiaya maledelemez"...

Sayın Adnan Öztürk ve, eğer varsa, bu yapılan ispiyonculuğun arkasında durmaya çalışan Galatasaray'lılar. Siz benim bildiğim "Galatasaray" olamazsınız. Siz Galatasaray'ın ancak yüzkarası olursunuz. Siz Galatasaray'ın dibisiniz.

Yok eğer bu eylem Başkanından itibaren planlı yapılmış ise...

Yani Adnan Öztürk, "Galatasaray"sa...

Kendi değerlerini kompleks içinde kaybeden camialar özlüklerini de yitirmişlerdir.

Fenerbahçe bu mesnetsiz suçlamalar yüzünden küme düşse de, düşmese de sonuç değişmez. Rekabet 2000-2011 yılları arasında ne kadar kaldıysa o kadar devam eder.

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Dibe vuran spor medyası

Olympiacos Volou adında bir takım tanıyor musunuz?
Tahmin ediyorum ki tanıyorsunuzdur. Eğer bu "şike" işine biraz bulaştıysanız Yunanistan'da bu suçtan yargılanıp mahkum edilen Olympiacos Volou takımının gelmişini geçmişini öğrenmişsinizdir.
Bilmeyenlere kısa özet geçeyim. Bu Volou Yunan ligini beşinci bitirip Yunanistan'ı Avrupa'da temsil etme hakkını kazanır. Ancak "alo" kelimesiyle başlayıp "görüşmek üzere" denerek kapatılan telefon kayıtlarının ve bankalarda yapılan resmi para transfer makbuzlarının ele geçmesi sonrasında bu takım şike suçlamasıyla karşı karşıya kalır. Ancak bu süreç zarfında Avrupa'da maç yapar, hatta tur atlar. Ama gün gelir ki, adalet Volou'yu yakalar. Yunanistan federasyonu şike suçunu belirlemiş ve ceza vermiştir.
Ve zurnanın zırt dediği yer...UEFA Volou'ya ne ceza verir, biliyor musunuz?
"Olympiacos Volou was excluded from this season's UEFA Europa League and awarded a further three-year ban from UEFA competitions, deferred for a probationary period of five seasons".
Görüldüğü gibi, Volou, Türk spor medyasında yansıtıldığı ya da birçok yorumcunun köşelerinde altını çizdiği gibi ne beş yıllık bir uzaklaştırma ile ne de beş senede üç kereye mahsus uygulanacak bir ceza ile karşı karşıya kalmış.
Volou'cuk sadece bu sene için ceza almış. Ama beş sene içinde bir yaramazlık yaparsa üç yıllık bir ceza ile karşı karşıya kalacakmış.
Normal şartlar altında bu yanıltma "bu cahil cühela takımından daha iyi bir iş beklemek abesle iştigal olurdu" diye yorumlanıp hata kategorisine konulabilirdi.
Ama Fenerbahçe'nin son kırkbeş günde karşı karşıya kaldığı itibarsızlaştırma, yargısız infaz ve histerik linç ortamını düşündükçe, bu yapılanın masum bir hata değilde, spor medyasının federasyondan kendilerini orgazm edecek bir karar çıkmadığı için yaşanan hayalkırıklığı sonrasında, "aba altından sopa göstermek" amacıyla yapılan bir manipulasyon olduğunu düşünmek bir kötüniyet göstergesi mi olur?
Yoksa bu aslında gerçeğin ta kendisi midir?
Siz spor yazarları ve yorumcuları. Sizler kendi çıkarlarınız için resmi UEFA sayfasında yayınlanan bir haberi manipule edebilecek kadar Fenerbahçe nefreti, Aziz Yıldırım kini ile zıvanadan çıkmışsınız.
Ve zavallı bizler, futbol takipçileri. Spor medyasından aldığımız derslere bakın...Eğer bir haber "öğrenildi", "bildirildi" gibi edilgen yüklemle bitiyorsa o habere güven olmaz. Eğer bir haberin altında muhabir imzası yoksa, itibar edilmez. Ya da transfer haberlerinde genellikle gazeteler menajerler tarafından manipule edilir, inanılmaz.
Ve en sonunda resmi sitelerde çıkan bilgilendirmeler, gerçekler itina ile çıkar ve hırslar doğrultusunda manipule edilir.
Pekiyi, biz sizin neyinizi okuyup, neyinize inanacağız? Bu futbol kirliyse, sizi afedersiniz bok götürüyor.

16 Ağustos 2011 Salı

Arkadaşlar meğer hazırmış...

Biraz samimi olalım mı?

O zaman önce şu "Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray ya da başka bir takım olsaydı da söylediklerim değişmezdi" diye başlayan cümleleri artık bırakalım.

Bu cümle ile başlayan ifadeler, kanaatlar yaşadığımız bu sürecin ertesinde o kadar yalan duruyor ki...

Çünkü biliyoruz, bütün bu itibarsızlaştırma, yargısız infaz süreci sadece Fenerbahçe için yapıldı.

Bu kulunuz bugün Aziz Yıldırım'ın ifade tutanaklarını satır satır ezberlemişken, henüz Sadri Şener'in niçin tutuklandığını, kendisine neler sorulduğunu ve sonra neden yurtdışı yasağı koyularak bırakıldığını bilmiyor. Ya da, size sorayım, sizler kümeye düşmesi kesin gözüyle bakılan Mersin İdman Yurdu'nun neyle suçlandığını biliyor musunuz?

Samimi olalım ve itiraf edelim, ki okunabilelim..."Bizi yıllardır sporun her branşında yere çarpan, kurumsallaşmasıyla bizim 10 yıl önümüze geçen Fenerbahçe'yi masa başında da olsa yenme imkanımızı elimizden kaçırdık. Bu suçlamaların, davanın bizi ilgilendiren tek tarafı sahada, pistte, potada, filede, havuzda, sporun her dalında yenemediğimiz Fenerbahçe'yi ayaklarından tutup geriye çekme şansını yakalamamızdı"

Şunu bir kendinize itiraf edebilseniz, vallahi billahi siz de rahatlayacaksınız, biz de...

***********

"Elde şike yapıldığına dair yeterli bir delil bulunmadığından" diye bir giriş yapmışım bir hafta önce Ayaktopu'nda Etik Kurul'unun kararını beklerken...

Sonra da sormuşum yaklaşık 45 gündür Fenerbahçe'ye karşı bir infaz timi oluşturan Berk'lere, Toroğlu'lara, Altan'lara...

"Bu ibare ile başlayacak bir kararı duymaya hazır mısınız?"

Arkadaşlar hazırlarmış...

Hazırlarmış ki, Mehmet Berk Efendi son bir umut taştan su çıkarmak gayesiyle Semih Şentürk'e, Emre Belezoğlu'na saldırabilmiş. Hazırlarmış ki, önceleri sayfa sayfa yazılar yazabilen Toroğlu Beyimiz küçük bir köşede "Tahkim döndürecek" diyerek minik zekasıyla "hedge" yapabilmiş. Hazırlarmış ki, karıcığının eteğinin altına saklanan İbrahim Seten, son nefesinde ortaya çıkıp, ya tutarsa umuduyla "kanıt yok, düşme yok ama ligler dondurulacak" gibi amaçsız, anlamsız bir safsatanın bayraktarlığını üstlenebilmiş.

Gülünesiceler...Hem Kurul kanıt bulamayacak, hem de Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi hakkı gaspedilecek, öyle mi? Artık Fenerbahçe nefreti öyle bir seviyeye çıkmış ki, böyle bir durumda Türk Futbolu'nun UEFA nezdinde maddi ve manevi kayıplarının ne olabileceğiniölçemez hale gelmişler bu fikrin yaratıcıları.

**********


Tabii, arada hazır olmayan arkadaşlar da var...

Mesela Fatih Altaylı'ya ait, linçte en ön safta koşan, sorgu sırasında bütün gazetecilik etiklerini hiçe sayarak Aziz Yıldırım'a ait fotoğrafları yayınlayan Habertürk adlı tefrikamız, kafasına inen "hukuk" adındaki sopayı henüz hissetmemiş, hala raporun satır aralarına anlam yüklemeye çalışıyor.

Onların derdinin ne olduğunu ilk paragrafta özetlemiştim zaten. İlginçtir, etrafımdaki Galatasaray'lılar da ellerinde cımbız Aydınlar'ın konuşmasında aynı ibareye takılmışlar.(Gene bakınız ilk paragraf)

"...bazı müsabakalarda kişilerin eylem ve davranışlarının kulüplere izafesi mümkün olduğu durumlarda spor kulüplerinde şike, şike teşebbüsü, teşvik veya teşebbüsü oluşturduğu kanaatine ulaşmış..."

İfadeleri okuyanlar aslında futbolun içindeki yönetici, futbolcu, menajerler arasındaki grift ilişkilerin ne durumda olduğunu görmüşlerdir. İfadelerin her satırı bir şüphe ya da bir adım ötesi kanaat barındırsa da buradaki kritik nokta bu girişimlerin kulüplerle ilişkilendirilebilmesidir. Zaten Etik Kurul'un hazırladığı raporun ve Aydınlar'ın bu rapora bağlı kalmasının özü bu ilişkilerle ilgili bir kanıtın olmadığıdır. Habertürk Gazetesi, üstlendiği misyonun paralelinde, attığı "şike var, karar yok" manşetiyle, gene yapılan açıklamanın bütün anafikrini bir kenara bırakıp, Fenerbahçe tribünlerinin verdiği tepkinin asıl kaynağı olan yargısız infaz yapan cellat kıvamına ulaşmıştır.

Sonra stadta, arabada, yolda Fenerbahçe'lilerden tepki görünce şaşırmasınlar...


Öte yandan yukarıda cımbızlanan ibare üzerine cellatların akan salyalarını kurutmak gibi olmasın ama, bütün ifadeleri okumuş biri olarak, bu ibare ile Fenerbahçe değil başka bir takımın kastetilmiş olma ihtimalini de hatırlatmak isterim.

Konumuzun özüne dönersek, beklentim Etik Kurul'un şüpheli maçları da seyredip ondan sonra bir karar açıklamasıydı. Anlaşılan odur ki "kanıt" diye ortaya konan dökümanlar, söylemler o kadar zayıf kalmış, o kadar takımlarla ilişkilendirilememiş ki Kurul maçların detayına girip hakem, gözlemci raporlarını inceleme gereksinimi bile duymamış.

Ama şunu biz Fenerbahçe'liler çok iyi biliyoruz.; "Daha yeni başlıyoruz".

7 Ağustos 2011 Pazar

Arkadaşlar, hazır mısınız?

Godot'yu bekler gibi Etik kurulu'nun görüşlerini bekliyoruz.

Pekiyi arkadaşlarımız Etik Kurul'dan neleri duymaya hazır acaba?


3 Temmuz günü daha saatler öğleni göstermeden Fenerbahçe'nin küme düşeceğini dünyaya ilan eden Ekrem Açıkel, mesela sen şöyle başlayan bir cümleyi duymaya hazır mısın?


"Elde şike yapıldığına dair yeterli kanıt bulunmadığından..."


Ya da ne tür bir güce hizmet ettiği belli olmayan Taraf gazetesinin saygıdeğer yazarı Mehmet Baransu, Rasim Ozan Kütahyalı sizler hazır mısınız?


"Taraflar arasında şüpheli konuşmalar olsa bile adı geçen takım ve futbolcularının sahaya yansıyan performanslarında..."


Sen, emri nereden aldığı belli olmayan Savcı Mehmet Berk kardeşimiz, ya sen...


"Saptanan konuşmaların büyük bölümü futbolda takımların temsilcileri arasında olağan sayılabilecek görüşmelerden ibaret olup, spor ruhuna aykırı olmadığı..."


Bu yorumları duymaya hazır mısınız? Yoksa çok farklı şeyler mi bekliyorsunuz?

Sunduğunuz sözde "delil"lerle Etik Kurulu'ndan başka birşey çıkamayacağının farkında mısınız? 19 tane şikeli maçı bir kaleciye bağladığınızı, olduğunu iddia ettiğiniz para alışverişi, para sayma görüntülerinin sadece wishful thinking'den ibaret, hatta araba bagajında bulunan ve sayılan paranın Fenerbahçe'den giden değil, dönen para olduğunu da biliyorsunuz. O zaman hazırladınız mı kendinizi önce Etik Kurul'dan, sonra da Tahkim'den yiyeceğiniz tokatlara...


Pekiyi ya sen, Karanlıkların Prensi Erman Toroğlu...

Kişisel düşmanlığını sana yere batasıca Hürriyet'te ayrılabilen satırlarda ve sütunlarda kustun. Aziz Yıldırım'a olan kininle Fenerbahçe'yi yargılayabildin. Bugün bile gene sana nasıl ayrıldığını anlamadığım satırlarda esmeye çalışıyorsun ama ortaya bir tane delil koyamıyorsun. Ve hiç uslanmamışsın hala kendini yargıç yerine koyup "yaptıkları yanlarında kalacak" diye hayıflanıyorsun. Ya senin bu Türk futbolunun tam ortasına yıllarca pisletmen yanında kar kalabilecek mi sanıyorsun? Bunun hesabı sorulmayacak diye mi düşünüyorsun?

Hazır mısın Erman Toroğlu, günahlarınla yüzleşmeye hazır mısın?


Sen Sanem Altan, sen hazır mısın Fenerbahçe'nin ayağa kalkmasına? Allah'tan bu ülkenin sporu senin gibi kendini yargıç zanneden beşinci sınıf gazetecilere kalmadı. Sen eteğinin altına saklanan kocan ile birlikte Etik Kurul'un söyleyeceklerini duymaya hazır mısın?

Hadi ben yanıldım, sizin istediğiniz oldu. Pekiyi hepiniz hazır mısınız alınacak kararların tahkimden dönmesine. Bakın Erman Abiniz bugün yolunu yapmış bile. Ya aranızda bu işe UEFA'yı bulaştırmaya çalışanlar. Hiç duydunuz mu Yunanistan'ki şike operasyonunun UEFA maçlarına nasıl yansıdığını? Masumluk karinesi nedir biliyor musunuz ey "yüzde bir bile şüphe olsa UEFA atar" diye görüş bildirenler? Siz hazır mısınız kararlar ne olursa olsun 13 Eylül'de Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi maçını seyretmeye?

Fenerbahçe'ye karşı üyeleriniz tarafından yapılan sistemli saldırı ve yargısız infaza gözlerini kapayan, kulaklarını tıkayan ama Fenerbahçe taraftarının tepkisinde aksiyon almak aklına gelen TSYD üyeleri, sizler nelere hazırsınız? Mesela Fenerbahçe ligin ilk haftasında deplasmanda oynar ve Şampiyonlar Ligi ilk maçı için hemen sonra İstanbul'da sahaya çıkarsa o maçı protesto edebilmeye hazır mısınız? Yoksa, mesleğiniz adına verdiğiniz sözden dönmeye hazır mısınız?

Hikayenin en çok merak edilen Episode'u geliyor; Fenerbahce strikes back.

Seyretmeye hazır mısınız? Dikkat, midenize oturmasın sonra...

23 Temmuz 2011 Cumartesi

Bir Fenerbahçeli'nin seyir defteri

3 Temmuz Pazar sabahı uyanıyorum. Telefonuma mailleri yüklüyorum. Bir gariplik var. Yatmadan önce mailleri kontrol etmiştim halbuki, ne kadar çok mail gelmiş Allah'ın Ctesi akşamı.


Televizyonu açıyorum. İblis orada, karşımda ağzından salyalar dökülüyor. Sonradan adının Ekrem Açıkel olduğunu öğreniyorum. Konuşması sırasında takım ve oyuncu ismi vermiyor, yerseniz...


"Bir Super Lig takımının, maç yapacağı rakibinin en önemli futbolcusunu, transfer etme sözüyle kendisiyle oynayacağı maça çıkmamasını sağladığını, bu futbolcunun aldığı paraları sayarken videoya çekildiğini, bu takıma yeni transfer olan bir diğer futbolcunun gene aynı takımın şampiyonluktaki rakibiyle oynayacağı maçta teşvik primi aldığıyla ilgili kuvvetli deliller bulunduğunu..."


Saat daha öğlen 12.00. Başkan muhtemelen daha sağlık kontrolüne sokulmamış, birileri savcı olmuş, yargıç olmuş, hükmü vermiş...


"...şampiyonluğun Trabzonspor'a verileceği ve şampiyonun küme düşürüleceği..."


3 Temmuz gününden beri medyada çıkan haberleri düşünüyorum. Şikeyi itiraf eden, pişmanlık yasasından faydalanmak isteyen yöneticiler, futbolcular, kulup gorevlileri, Fenerbahçe'nin Avrupa'ya gitmesi halinde Türkiye'nin bütün takımlarını azledeceğini söyleyen UEFA, Emniyet'e ziyaret sonrasında durumun çok vahim olduğunu iddia eden Federasyon yetkilileri, Trabzon'un şampiyonluğunu kutlayan taraftar birlikleri, aldığı kupayı iade eden bir diğer büyük takım, aklandığını iddia eden başkanlar...


Ve geldiğimiz noktaya bakıyorum. Şike yaptığı iddia edilen Emenike, Sezer, Mehmet Yıldız ve Serdar Kulbilge serbest bırakılmış. Serkan Balcı, Senecky ifadeye çağrılmamış. Emniyetin iddia ettiği 19 şaibeli maç 22 yaşındaki zavallı bir kaleci ile ikinci baharını yaşamaya çalışan bir futbolcunun omuzlarında.


İtiraf edenler birer birer bu medyada çıkan haberleri yalanlıyorlar. Meğer sözde herkesin faydalanmaya çalıştığı pişmanlık yasası diye bir olgu yokmuş. UEFA, ileride oluşabilecek tazminat korkusuyla, sırtını tamamıyla TFF'ye dayamış, TFF'de ise "durum çok vahim" ama "belge yok", Trabzon'un şampiyonluğunu kutlayan topluluk kendi antrenörünü, yöneticisini ilk günden satmış "aklanın, gelin" demeye başlamış, serbest bırakılan başkan yurtdışına takımının maçını seyretmeye gidemiyormuş...


Ve bir kupa iade olayı var ki...Toplanmışlar, "kupayı iade edelim" demişler, ama kupaya bağlı olarak kazanılan para, Avrupa hakkını konuşan yok. Sonra öyle bir açıklama yapmışlar ki sanki kendileri Avrupa'da oynamak istemiyor ama UEFA ve TFF o kadar ısrarcılar ki kırmaya imkan yok. Zorla Avrupa'da oynayacaklar yani. Ve, ister inanın ister inanmayın, ortada öyle bir medya var ki, hukukun masumiyetlik karinesine aykırı olan bu şovenizm olgun, şerefli bir hareket olarak tanımlanıp alkış alabiliyor.


Gazetelerde Fenerbahçe'linin çok sevdiği başkanının sedyede, atletle sağlık kontrolünde, sicil kaydı çıkartılırken başta olmak üzere her "özel" kalması gereken fotoğrafı servis ediliyor. Fenerbahçe yayın yasağı istiyor, 15 dakika içinde reddediliyor. Başkan iki günde bir hastaneye götürülüyor, getiriliyor, anjiyo oluyor ama serbest bırakılmıyor. Sahada, salonda, havuzda, pistte Fenerbahçe'ye karşı yıllardır ezilmiş, "teşvik primi" denen olguyu Türk futbol literatürüne sokmuş kuluplerin başkanları "sütten çıkmış ak kaşık" demeçleri verip sahada yenemediklerini masa başında ekarte etme fırsatçılığı içine giriyorlar. Sözde gizli belgeler belirli yayın organlarında sergileniyor. Bu yayın organlarının "topu bomba diye karakola götürecek" temsilcileri bütün ekonomik, sosyal ve hukuki intizam gerçeklerini bir kenara bırakmış, kalem kırıyorlar.


Fenerbahçe'li tepki vermek istiyor, biber gazı yiyor. Başkanına en azından düzgün bir hastanede bakım talep ediyor, anlamsızca reddediliyor. Futbolcusuna ulaşmak istiyor, engel olunuyor. Hukuki süreci anlamak istiyor, her kafadan birşey çıkıyor, sonuçta "düşeceksiniz" deniliyor. Pankart açmak istiyor, izin alamıyor. Oysa Fenerbahçe'linin bu itiş kakış içinde tek savunduğu düstur "yaptıysak cezamızı çekelim ama önce belgelerle ispatlansın, yargısız infaz yapılmasın".


Ve Fenerbahçe'nin konuyu çekmeye çalıştığı hukuk ortamında delili hazır; alınteri.


Ya sizin elinizdekiler sadece bugüne kadar medyaya servis edilenler mi?

Fener'le kimse başa çıkamaz...

Bu satırların yazarı 2002 yılından beri oy kullandığı kongrelerde oyunu bir kere bile Aziz Yıldırım lehine atmamış bir Fenerbahçe Kongre Üyesi'dir.


Tıpkı Aziz Yıldırım'ın sorgulanma sürecinde Beşiktaş Adliye'sinin önünde toplanan kalabalıkta bildiğim onlarca kişi gibi...


Ya da itibarsızlaştırma tiyatrosunun rollerinden birini kapanların biber gazı sıkarak köprü yürüyüşünü bastırmaya çalıştığı onbinlerin içindeki binlerce kişi gibi...


İki gün önce Aziz Yıldırım maskesi takarak stada giden, basın tribününe en azından küfür eden ve sonra, karşı takıma ve hakeme en ufak bir saldırı teşebbüsü bulunmadan, sahaya atlayan onbinler gibi...


Aziz Yıldırım Fenerbahçe'nin başkanıdır. O'nu donla gömlekle evinden alınırken, sağlık kontrolünden geçirirken,, yükselen şekeri nedeniyle bilinçsiz sedyede yatarken, ya da sorgulanmaya alınan herhangi bir zanlıya uygulanan normal fotoğraf çekme prosedürü sonucunda çekilen resimlerini gazetelerin ana sayfalarında yayınlarken Aziz Yıldırım'ı itibarsızlaştırmaya çalışabilirsiniz.


İtibarsızlaştırılmaya çalışılan Aziz Başkan'ın bu itibarsızlaştırma sonucunda nasıl büyüdüğünü, gücüne güç kattığını şaşkınlıkla seyredersiniz.


Fenerbahçe karşınıza daha önce hiç olmadığı gibi tek yumruk çıkar. Divan Kurulu Başkanı kükrer, muhalif üyeler "yönetimin hizmetindeyiz" diyerek selam durur, Yıldırım'ı seven, sevmeyen her Fenerbahçe'li ayağa kalkar.


Anneciğim hayatında ilk defa bir forma almak için Fenerium'a doğru yola çıkar.

Fenerbahçe ile kimse başa çıkamaz.






30 Mayıs 2011 Pazartesi

Şampiyonluğun Gizli Kahramanları

Şampiyonluğun görünen kahramanları var. 3A (Alex, Aykut, Aziz) ile saymaya başlar, diğer futbolculara, taraftarlara, malzemecisine kadar gideriz.

Ama bir de görünmeyen kahramanlar var.

Mesela Mert Günok. Aslında medya O'nun kahramanlığını Trabzon'da kurtardığı penaltının Fenerbahçe'nin şampiyonluğuna nasıl bir katkı yaptığının hesabını çıkartarak çoktan keşfetti. Ama ben Mert'i sadece çıkardığı penaltı ile bu listeye koymuyorum. Üçüncü hafta Kadıköy'de oynadığımız bir Manisa maçı var ki, aslında o maçta durum 1-1 berabereyken kurtardığı iki pozisyon ligin kader anlarındandır. Ben ayrıca Mert'in ileriki yıllarda "görünmeyen kahramanlıktan" görünen gerçek kahramanlığa" soyunacağı günleri göreceğimden de eminim. Aykut'un hatalarından bir diğeridir Mert'in üzerine kuma alıp kupada Serkan'ı oynatmak.

Bana göre ikinci görünmez kahraman Feridun Niğdelioğlu'dur. Off the record olması gereken bir Aykut Kocaman röportajında, uygulanan çifte standartı belirtmek için Kocaman tarafından söylenmiş "Trabzon'un penaltıları irdelenmeli" cümlesini, kendisinden bekleneceği gibi, gazeteciliğin tüm etiklerini, namus kurallarını yerle bir ederek farklı bir manayı yansıtarak manşete taşıması ile benim ikinci "gizli" kahramanım oldu. Bravo sana büyük (!) gazeteci.

Üçüncü kahramanım, Paranoya. Evet, Trabzon'un ligin devre arasında dokuz puan öndeyken düştüğü ruh haline başka ne ad verilebilir ki? Bir takım dört puan arkasında başka bir takım varken dokuz puan gerisindeki takımdan bu kadar korkar mı? Rakip kulübün başkanı, teknik direktörü "biz şampiyon olacağız" gibi iddialı cümleler kurdu diye "nereden biliyorsunuz da böyle konuşuyorsunuz" diyecek kadar akıl tutulması başka hangi kelimeyle izah edilebilir? Hani "kırk kere söylenince olur" denir ya, alın işte...

Dört, totemler totemler...Benimkiler çok basit ve anlaşılır totemlerdi. Mail grubuna, bloga yazmamak, iş kötüye gittikçe "öldük, bittik" gibi pesimist tweetler atmak gibi...Ya diğer renkdaşlarım? Küçük kızlarını banyoya sokup bütün maç yıkamalar mı istersiniz, arabayla dolaşıp maç bitince radyo açmalar mı? İnanılmaz, ama işe yaradı.

Ve beş, İnananlar. Aykut'a İnananlar. Ben onlardan değildim. Eminim ben nasıl Aykut'a inanmadığım için ilk yarıda alınan kötü sonuçlarla kendimi kandırılmış, aldatılmış hissediyorsam, onlar gelen şampiyonlukla benden daha fazla gurur duymuşlardır. Benden daha fazla sevindiklerini söyleyemem ama o keyfi farklı yaşamışlardır, ki haklarıdır. Onlar da kahraman. Rasyonel bir inanç olduğunu düşünmesem de Fenerbahçe'nin olduğu yerde rasyonelite mi olur zaten?

Last but not the least denir ya; Kizim. Canım kızım. Şu ana kadar beraberliği yok. Bu sene de üçte üç yaptı ve ikinci şampiyonluğunu kazandı. Üstelik Fenerbahçe'liliğini ben etrafta yokken Galatasaray'lı annesine, dedesine karşı kale gibi savunarak. Sonra da gururla çizdiği sarı-lacivert kupa resmi üzerine Aziz Yıldırım'dan şampiyonluk imzasını kaptı.

Bütün gizli kahramanlar. Helal olsun size. bu şampiyonluk sizin ellerinizde yükselir.

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Yanılmak bazen çok güzeldir...

2006 yılının 14 Mayıs'ında bir taraftar olarak bütün totemlerimi duvara asmıştım.
Taa ki bu sene devre arasına kadar.
Zaten Fenerbahçe ile ilgili mailing gruplarına yazı yazmayı daha önceden bırakmıştım. Yeni iş, blogların kapatılması derken Ayaktopu'na da bir süre ulaşamadım.
Aaa, o da ne? Ben yazmadıkça Fenerbahçe kazanıyor.
İlla ki birşey yazmam gerekiyor ya. Bu sefer tweet'lemeye başladım. Manisa maçında golü yiyince "yandık, bittik" anafikrinde çiziktirip gönderdim. 3-1 oluverdi. Beşiktaş maçında Toraman atınca gene aynı tür tweet. Huoopp, 4. Galatasaray, Antep, Buca. Ben "bittik" diyorum, Alex atıyor, "öldük" diyorum, Lugano, Niang, Semih atıyor.
Sayemde şampiyon olduk yani....
Artık bloguma dönebilirim.
......................................................................................................................

Geçen hafta Sivas seyahatinin yorgunluğu, kutlamalar, iş güç derken bu ilk Ayaktopu yazısı bugüne kaldı.

Bu ilk yazıda borcumu ödemeliyim.

Ben Aykut Kocaman'a hiç inanmadım. Beş sene önceki Konya maçı sonucundaki demeçlerden başlayan, geçen sene başında kulüpte oynanan ve iyice çirkinleşen Daum'u uzaklaştırma operasyonunda istemeden de olsa başrole çıkmasına kadar giden, içinde ayrıca sakat Özer'in transferi, bir Galatasaray'lının futbolun ikinci adamı haline getirilmesi olan birçok nedenden ötürü ben Kocaman'ı sevememiştim.

Üzerine Alex'e yaptıkları tüy dikti ki burada hala tepkimde, tepkimizde haklı olduğumuza inanıyorum. "Tepkimiz" diyorum çünkü Fenerbahçe taraftarlarının da Alex'in arkasında nasıl sağlam durduğunu gördüm. Allah'tan Aziz Yıldırım'ın itiraf ettiği gibi Aykut'a gerekli uyarılar yapılmış. Ve Allah'tan inatçı olduğunu bildiğim Hoca'mız da bu yanlıştan dönmüş. Yoksa bu mucize şampiyonluk gerçekleşmezdi.

("Fenerbahçe'nin olduğu yerde mucize sözü kullanılmaz" değil mi Hocam).

Dedim ya, yanıldım. Evet, kadro ligin çok üzerinde bir kadroydu. Şampiyon olmamız ilk baştan baktığımızda sürpriz olmazdı. Evet, belki de sene başında Aykut nedeniyle kaybettiğimiz eşeği sene sonunda bulduk. Fakat hayatımın hiçbir döneminde "yürüye yürüye şampiyonluğa", ya da "bu kadro hocasız da şampiyon olurdu" söylemlerine prim vermemiş biri olarak 17de 16lık bir galibiyet performansına, gol yenilmeyen iç saha maç bilançosunda Kocaman etkisini yadsımam sadece komik olur.

Skorları da bir kenara bırakıyorum. Geçen sene sonunda dokuz maçlık galibiyet serisinde dahi takomın hiçbir zaman bu kadar ne yaptığını bilen hali olmadı. Biz ikinci yarının sonlarında çok güven veren bir takım ortaya çıktı. Ve şunu samimiyetle söylemeliyim ki, Antep maçında o golü atmasak, ya da Sivas'ta bir kaza olup ligi ikinci bitirsek dahi Aykut Kocaman kendisine bir sene daha şans verilmesini haketmişti.

Helal olsun sana Aykut Kocaman. Ne güzel oldu da şu hayatta bir kere daha yanıldım.

Şimdi seninle Sivas'tan gene Stamford Bridge'e yeni mucizeler(!) yaşamaya...

15 Ocak 2011 Cumartesi

Yeni felaketlere pupa yelken

Devre arası normal, ilk devreyi hesapların dışında kötü geçirmiş bir kulüpte yaraları sarma sürecidir. Bu dönemde yanlışların nerelerde olduğu gözden geçirilir, takıma moral, fizik kondisyonu depolandırılır, gerekirse transferlerle eksikler giderilmeye calışılır.

Ama dedik ya, bu süreç sadece normal kulüpler için geçerlidir. Konu Fenerbahçe gibi diktatörlükle yönetilen, teknik kadrosu yetersiz ve bilgisiz, camiası kaos fetişisti diye tabir edilebilecek kadar duygusal olan kulüpler olduğunda devre aralarında bu kulüplerin taraftarları farklı işkencelere maruz kalır, sabırları olmadık söylem ve aksiyonlarla zorlandıkça zorlanır.

Mesela kulübün 13 yıllık başkanı, sanki 13 senedir o kulübü başka biri yönetiyormuş gibi, bir "futbolcuya dayalı düzen" diye adlandırılan ne idüğü belirsiz, içi boş bir mazeret uydurup takımın başarısızlığını ikinci yarıda bu kulüp için en ön cephede savaşacak olan futbolculara yamamaya çalışır.

Oysa aynı başkan Haziran ayında "takımın başında Aykut Kocaman'ı görmek istiyorum" diye demeç veren takımın ikinci kaptanını görmezden gelir, ama yetersiz teknik direktörünün "adamın arkasına saklanıyor" diyerek suçladığı takım kaptanı ve en değerli futbolcusunu bu "futbolcuya dayalı düzen" ağırlığının töhmeti altında bırakmaktan geri kalmaz.

Takımın bir futbolcusu teknik direktörünü küçük düşürücü, ama aslında içten içe doğru olduğu bilinen, cümlelerle basın önünde eleştirir, sonra tatiline gider, tatilinde uyması gereken kurallara uymaz ve aradan bir ay geçtikten sonra bu futbolcunun durumu teknik direktöre sorulduğunda "bilmiyorum, ondan bir yaklaşım bekliyorum" cevabı çıkabilir. Sonra da çaresizlikten ilk maçta bu adam formayı sırtuna geçiriverir.

Kadronun ele avuca sığmaz, şımarık ama yetenekli olduğu kimse tarafından yadsınmayan bir futbolcusu ile bu futbolcuyu yönetmeye çalışmak yerine yolları ayırma kararı alınır. Ezeli rakipler kendi futbolcularının Fenerbahçe'de oynamaması için türlü ibarelerle kontratları süslerken, Fenerbahçe bu futbolcunun kontratını, ezeli rakipilgisini bile bile, fesheder ve kendi eliyle en büyük rakibine milli futbolcuyu teslim eder.

Takımın iki sene önceki gol kralı, eldeki tek Türk forvet oyuncusu, takımını defalarca kurtarmış olmasına rağmen satış listesine konur. Üstelik en iyi anlaştığı takımın yıldız futbolcusu ile beraber bir 90 dakika oynamadan bu aksiyon alınır.

Bu kulübün teknik direktörü kendini medyaya temiz ve dürüst bir karakter olarak lanse etmiştir. Özellikle beş sene önce hakem ahatasıyla kaybedilen bir Fenerbahçe maçından sonra "artık bu işi bırakıyorum" demesi, konu Fenerbahçe aleyhine bir gelişme olduğu için, medyadan çok alkış toplamıştır.Ama sene başında Daum'un gönderilip kendisinin işbaşına getirilme sürecinde bu müthiş karakter istifa etmemeyi tercih edip bu çirkin komedinin parçası olabilmiştir. "Başarısız olduğumda kendim giderim" diye konuşan teknik direktörü için Fenerbahçe'nin üçüncü lig takımına yenilip sıfır puanla kupadan elenmesi başarısızlık olarak addedilmez.

Bu taraftarın bu yaşananlardan, başkanından, teknik direktöründen, sözlerine "aslında Aykut iyiniyetli ve doğru şeyler yapmaya çalışıyor" diye başlayan yöneticisinden ne kadar bıktığını bilmiyorum söylememe gerek var mı?

Sevgili Alex, ne olur git. Sözleşmeni sakın uzatma. Her ne kadar bu adamlar bizi temsil etmiyorlarsa da biz malesef gönülden bu renklere bağlandık, kurtuluşumuz yok. Sen kurtul, adın bu adamlarla beraber anılmasın. Sonunda sana öyle şeyler yaparlar ki yemin ederim hiç haketmemene rağmen bir Alkmaar maçı faciası daha yaşarsın.