22 Aralık 2010 Çarşamba

Takke...

Ayaktopu'nu bir köşeye buraktığımdan beri aradan bir buçuk ay geçmiş. Ekim sonundan beri uğramamışım Blog'uma.

İçimden birşey yazmak gelmedi ki...

Önce Platini'nin Şampiyonlar Ligi'ni nasıl üçüncü sınıf bir turnuvaya çevirdiğiyle ilgili örnekler vermeye niyetlendim. Mesela bu sene ilk 16'ya ilk iki potun dışında sadece üç takımın kalması irdelenebilirdi. Eskiden "CL maçı olsun da taştan olsun" diye düşünürken artık grup maçlarının ancak "seçmece" seyredebilir hale geldiğini yazabilirdim.

Bir diğer konu Barcelona'nın Real Madrid'i alay ede ede yenmesi olabilirdi. Hatta Barcelona demişken Messi'nin pres yapmadığını, Real Madrid tarafında ise Mesut'un savunma ile uzaktan yakından ilgisi olmadığının üzerinde durup Türkiye'deki Kocaman kankalarına çıkarımlarda bulunabilirdim.

Ama hep şu 30 Ekim akşamı yazdığım son Ayaktopu'nun son paragrafına kilitlendim.

"...Fenerbahçe'nin çektiği fikstürün en zorlu kısmının aşılmış olmasıdır. Fenerbahçe ligin zirvesindeki üç takımla deplasmanda oynarken, ezeli rakipleriyle de ilk maçlarını tamamladı. Eğer biz yanılıyorsak ve Aykut hakikaten başarılı olmaya bir teknik direktör ise ikinci yarının başına kadar güllük gülistanlık fikstürün keyfini çıkartabiliriz....
...bu fikstürde eğer Aykut Kocaman'la ilgili pozitif düşünenler haklılarsa Fenerbahçe'nin ilk yarıyı ilk ikide bitirmesi kaçınılmaz olacaktır.
Aksi halde takke düşer ve kel görülür."


Bugün, 22 Aralık günü, 30 Ekim'de altı olan puan farkı dokuza çıkmış durumda. Fenerbahçe tarihinde ilk defa Türkiye Kupası'na daha gruplarda veda etmek üzere. Fenerbahçe Aragones zamanında bile bu grup maçlarına yedek kadro ile çıkar ve elini kolunu sallaya sallaya finallere doğru çıkardı. Kocaman'ın sene başında Alex'in şampiyonluk istatistiği ile ilgili bir demeci vardı. Hani şu 2005 yılını bir kenara atıp "beş yılda bir şampiyonluk"tan bahseden demeç. O altı yılda Fenerbahçe kupada dört final iki de yarı final oynamışken bu seneki fiyaskoyu Hoca acaba nasıl açıklayacak?

Avrupa kupalarından onbeş gün içinde iki kere elendik. Büyük takımlara karşı oynadığımız maçlarda tek bir galibiyetimiz yok. 10 yıllık "Kaide" yerlebir oldu. Ligde liderden dokuz puan gerideyiz. Ve kupadan eleniyoruz. Maalesef Fenerbahçe'nin 21. yüzyılda oturttuğu kişiliğin ve dominansın Aykut Kocaman nedeniyle yitip gittiğinin kimse farkında değil mi?

Takke düşüp, kel gözükmedi mi?

30 Ekim 2010 Cumartesi

Şimdi hasat zamanı

Fenerbahçe'nin kadrosu bugün Türkiye'nin tartışmasız açık ara en iyi kadrosu olmasına rağmen, gerek Aykut Kocaman'ın takıntıları, gerekse yönetiminin klasik basiretsizliği nedeniyle iki en önemli transferin, Yobo ve Niang, geç yapılmasıyla, hem ligde liderin altı puan arkasında kaldı hem de kendini Avrupa arenasının dışında buldu.
İlk geldiği günden beri Aykut Kocaman'ın geçmişinde hiçbir başarısı olmadan bu göreve getirilmesinden, getiriliş şeklinden, geçen seneki başarısızlıktan kalan soru işaretlerinin cevaplanmamasından rahatsızlık duymuş biri olarak, üzerine birde Kocaman'ın Alex takıntısının medya kankalarının körüklemesiyle iyice günyüzüne çıkmasına şahit olmak bana Kocaman'a karşı isyan bayrağını açtırdı.
Bu bayrağı indirmemekle beraber iyimser olmaya da çalışıyorum. Konya maçında Alex'siz gelen başarı, kankaları başta olmak üzere medyada zafer çığlıklarının artmasına neden olurken, kadronun ancak Özer'in sakatlanmasıyla eğrisinin doğrusuna denk gelmiş olması gözardı edildi. Galatasaray maçında da en baştan yanlış çıkan kadroyu, Kocaman'ın tekrar dengelemek için gene Alex'sizliği tercih etmesi de işine gelmeyenlerden başka kimsenin dikkatinden kaçacak gibi değildi.
Bütün bu Kocaman yanlışlarına rağmen ümitli olmak için birkaç faktör var. Önce Aykut Kocaman'ın artık Alex yanlışından geri dönmeye meyletmesini görmemek mümkün değil. Alex Galatasaray maçı hariç, daha zorlu Bursaspor maçı dahil son üç maçta da 90 dakika sahada kaldı. Bu en azından Kocaman'ın tahammülsüzlüğünün bittiğini gösteriyor. İyimser olursak Galatasaray maçı öncesi Alex'in sakat olmasını ve aynı hafta grip geçirmesi de Aykut Kocaman'ın Alex'i oyundan çıkarması için geçerli bir mazeret olarak görülebilir.
İkinci faktör ise Fenerbahçe'nin kadrosudur. Bu kadro anadan doğma bir solbek ve oyunu iki yönlü oynayabilen bir orta saha futbolcusu ile Türkiye'nin gelmiş geçmiş en iyi kadrosu olabilir. Bir üçüncü faktör ise Fenerbahçe'nin çektiği fikstürün en zorlu kısmının aşılmış olmasıdır. Fenerbahçe ligin zirvesindeki üç takımla deplasmanda oynarken, ezeli rakipleriyle de ilk maçlarını tamamladı. Eğer biz yanılıyorsak ve Aykut hakikaten başarılı olmaya bir teknik direktör ise ikinci yarının başına kadar güllük gülistanlık fikstürün keyfini çıkartabiliriz.
Öte yandan rakipler önümüzdeki haftalarda devamlı birbirleriyle karşılaşmak durumundalar. Haftaya Trabzon-Galatasaray, bir hafta sonra yani 12. hafta Bursa-Trabzon, bir hafta sonra Kayseri-Galatasaray, sonra Galatasaray-Beşiktaş ve Bursa-Kayseri ve 15. hafta ise Beşiktaş-Bursa maçlarında en azından toplam 18 puan, en iyi ihtimalle ise 24 puan kaybedecekler. Bu fikstürde eğer Aykut Kocaman'la ilgili pozitif düşünenler haklılarsa Fenerbahçe'nin ilk yarıyı ilk ikide bitirmesi kaçınılmaz olacaktır.
Aksi halde takke düşer ve kel görülür.

24 Ekim 2010 Pazar

"İstisna" olarak kalmalı...

Galatasaray'ın Ankaragücü mağlubiyeti ile içine düştüğü durum ve geçen hafta Konya'da oynanan etkili futbol biz Fenerbahçe'lileri gerçeklerden uzaklaştırdı.

Oysa ne diyorduk biz? Aykut Kocaman Fenerbahçe'nin yıllardan beri alışık olduğu düzenden ödün verdiği sürece derbi maçlarda geçtiğimiz senelerde kurduğumuz üstünlüğümüzün ortadan kalkması kaçınılmaz olacaktı.

Beşiktaş maçında bunu yaşadık. Ve maalesef bugün de "Kadıköy Kaidesi"ne en iyimser tahminle "ara verdik".

Kadroları gördüğümüz anda Fenerbahçe'nin orta sahayı rakibine teslim edeceği, golleri ise ancak usta ayakların anlık parlamalarından bulabileceğini öngörmeliydik. Stoch ve Dia Fenerbahçe'nin alışılageldiği 4-4-1-1 sisteminin orta saha kanat futbolcuları için fazla güçsüz, savunma özelliklerinden uzak ve belki de fazla "kanat" adamlarıydı.

Aykut Kocaman en azından bir kanatta bu iki futbolcudan birinden taviz vermeli ya Caner-Santos ya da Gökhan-Kazım ikilisiyle opyuna başlamalı idi. Ya da şanslı şekilde tek pozisyona giremeden 0-0 berabere kapatılan ilk yarının ardından eski sisteme doğru adımlar atılmalıydı.

Ama Kocaman'da artık Alex öyle bir takıntı haline gelmişti ki, çareyi sistemi düzeltmeye çalışmakta değil oyunun ikinci yarısında bütün orta sahada toparlayıcı rol almaya başlayan, her topa basan, Niang'a mükemmel bir asist yapan (ama ahlaksız yan hakemin ofsayt bayrağını sanvar kaldırdığı) Alex'i çıkarmakta buldu. Oysa şimdi konuşmasını dinlediğim kadarıyla "Alex'i topla buluşturmayı beceremedik" diyor olması benim için teşhisi doğru koymuş olmasına rağmen gene de Alex kompleksine başeğdiği anlamına geliyor.

Alex'in çıktığı altmışbeşinci dakikadan sonra oyuna ikinci yarının başından itibaren ağırlığını koymaya başlayan Fenerbahçe'nin etkinliğinin bir anda azalmış olması, son on dakikada taraftarın dakika sayar haline gelmesi, bu sene her büyük maçta yaşadığımız bir sorun haline geldi. Ve bu sorunun nedeni, Zeman'dan onbir sene sonra Fenerbahçe tarihine tersten girmeyi başaran Aykut Kocaman'ın Alex takıntısıdır.

Bugün oynanan maç bu sene yanlış 11le çıkıp yaptığı yanlışı Alex'i çıkartıp yeni bir yanlışla telafi etmeye çalıştığı üçüncü maçtır. Üzerine bir de Alex'siz çıkma hatasını yaptığı maçlar var tabii.

Ve son bir söz de tribünler için söylememiz gerekiyor. Fenerbahçe kongre üyeleri Aziz Yıldırım'dan günü geldiğinde tribün ruhunu bu kadar söndürmüş olmasının da hesabını saçma sapan transferlerde sağa sola saçtığı, çar çur ettiği milyon dolarlarla birlikte sormalıdırlar.




23 Eylül 2010 Perşembe

Bir Ali Sami Yen nostaljisi...

Fenerbahçe Pazartesi akşamı Kasımpaşa ile bir lig maçı oynayacak.

Bu maç Fenerbahçe açısından çok farklı bir anlam ifade edecek. Bu anlam Fenerbahçe'nin rakibiyle ya da ligdeki konumuyla ilişkili olmayacak. Pazartesi akşamı oynananacak maç yüzüç yıllık armadanın ezeli ve ebedi rakibinin sahasında oynayacağı son maç olacak.

Sarı-Lacivertliler Ali Sami Yen Stadı'na bir Kasımpaşa maçıyla elveda diyecek.

Fenerbahçe ile Galatasaray Ali Sami Yen'de ilk kez 28 Ağustos 1966 yılında karşılaşmışlar. O günden bugüne 46 maç yapılmış Sami Yen çimleri üzerinde. Bu 46 maçın 19 tanesini ev sahibi takım kazanırken Fenerbahçe en büyük deplasmandan 11 kere galip ayrılmış.

Fenerbahçe'nin Kasımpaşa ile oynayacağı maçın Ali Sami Yen'e alındığını duymamla beraber kendimi bir nostalji rüzgarına bıraktım. Ali Sami Yen'in çökmesinden sonra tekrar ne zaman açıldığını hatırlamıyorum. İlk aklıma gelen 1982-1983 sezonunun başında, henüz ikinci haftasında oynanan bir Adanaspor maçımız oldu. Unutulmaz kalecimiz Yaşar'in meşin yuvarlağı metrelerce uzaktan içeriye buyur etmesiyle sezona ilk haftadaki beraberlikten sonra mağlubiyetle adım atmıştık. Hoş, o sene Stankoviç'in Fenerbahçe'si ortalığı silip süpürmüştü. Çifte şampiyon. Kupayı son aldığımız sene.

Ama o sezonla ilgili tek anım Adanaspor maçı değil. Bir de "o mac" var. Babacim ve Ben. İzdiham içinde Kapalı'nın sağında kendimize bir yer bulmuşuz, o kalabalıkta saatlerce itilmişiz, kakılmışız. İlk yarı Özcan bir hayat öpücüğü vermiş, ama ikinci yarının başında top önümüzdeki kalenin ağlarına dördüncü kere yuvarlanırken babamla bakışıyoruz. Bakışmakla birlikte sessizce anlaşıyoruz. Ancak evin önüne geldiğimizde arabanın cızırtılı radyosuna elimiz gidiyor. Niçin o el oraya gidiyor, onu da bilmiyorum. Cızırtılar arasında Fenerbahçe kelimesinden sonra gelen "dört"u duyuyoruz. Salya sümük mu desem, ne desem?

Sonra aklıma Ali Sami Yen'de oynadığımız bir Beşiktaş maçı geliyor. Önder'in uzaktan attığı şutla 1-0 kazandığımız maç. kalede çuval Jurkoviç mi vardı? O maçın dönüşünde Harbiye'ye doğru tezahuratlarla yürürken Beşiktaş'lı bir grubun taşlı sopalı saldırısına uğradığımı hatırlıyorum. Kendimi zar zor açık bir dükkana atmıştım.

Ve 1986'nın güneşli bir sonbahar günü. Klasik bir Galatasaray-Fenerbahçe maçı. Fenerbahçe "acıların takımı" apoletini takmaya doğru son hızla gidiyor. Galatasaray ise Derwall ile altın dönemlerini yaşamaya başlamış. Numaralının solundayım. Kadim maç dostum Aydın Saban'ı hatırlıyorum. Murat var mıydı acaba? Affet, canım dostum, oradaysan. Fenerbahçe tarihinin en güzel gollerine isim yazdırmış ve en underrated futbolcularından biri olan rahmetli Kayhan gene tam önümde Pesiç'ten gelen ortaya yükseliyor. Belki de "Kaide" orada başlıyor. Maçın sonlarına doğru kırmızı kart gören Abdülkerim'in Galatasaray tribünlerine yaptığı hareketle birlikte o kapalının yükselip kükremesi hala gözlerimin önündedir. Tabii bir de sonra geçmeyen dakikalar, Yaşar'ın uzaktan akrabası Lukovcan'ın ilk ve son defa kalesinde devleşmesi...

3 Mayıs 1989. Ali Sami Yen Stadı'nda bir tarihin yazıldığına da şahit oldum ben. Oysa uslanmayan bendeniz gene aynı hatayı tekrar etmeye çalışmış ve devre arasında Murat'ı sürükleyerek stadtan çıkartmak istemiştim. hay, o kapıları kapalı bırakıp giden görevlinin gözünün yağını yiyeyim. Herhalde kimseden bu kadar hayır duası almamıştır. Çıkamadım maçtan. Kös kös Murat'la birlikte yerimize döndüğümü hatırlıyorum. Tekil konuşuyorum. Çünkü herhalde stadta benden başka teslim bayrağı çekmiş tek bir Fenerbahçe'li yoktu. İkinci yarının başlaması ile tüyleri diken diken eden "Fener, Fener" sesleri, o 46. dakikada iğne deliğinden geçirerek attığı golle hatırlamak isteyeceğim Aykut, Alex duymasın ama gözümle gördüğüm en yetenekli futbolcu olan Hakan Tecimer, Şeytan'ım, ve sonunda Hasan'ın volesi ile dört sıra aşağıya uçmam.

Tekrar tekrar yaşamak isteyeceğim bir kırkbeş dakika. Ne şanslıyım Allah'ım. Oradaydım!.

Herhalde altı ay sonrası. Transfer döneminde Galatasaray'a geçen Hasan'ın ilk Fenerbahçe maçı. Tabii Hasan'a karşı içimdeki nefretin, kinin haddi hesabı yok. Kapalı'nın solundayım bu sefer. Önlerde. O yüzden o doksanıncı dakikada Hasan'ın ayağından yediğimiz gole uzak kalıyorum. O gole uzak kalmak içimdeki üzüntüyü azaltmıyor tabii. Golun ofsayt olması da üzüntümü ve çaresizliğimi arttıran bir diğer faktör oluyor. O maç belki de 14 Mayıs 2006'ya kadar en çok üzüldüğüm maç olarak hafızamda yer ediyor.

Altı ay içinde aynı stad içinde yaşadığım duygu volatilitisine bakın...

1995 Mart'ında askerden terhis olduktan üç gün sonra gittiğim İşveç milli maçını da unutamam. Bizim bölükte görevli olarak maça gelmiş, üç gün önce aynı koğuşu paylaştığım askerlik arkadaşlarımla tribünlerde kucaklaşmıştım.

Ali Sami Yen'in çimlerini görmeyeli 14 sene olmuş. En son o kupa maçıydı işte. 1996 finalinin ilk ayağı. %5 kuralının ilk çıktığı dönemler. Mertlik bozulduktan sonra hiçbir deplasman derbisine gitmedim. O günde tam Ali Sami Yen'in karşısındaki işyerimden o zamanki patronum, şimdiki dostum Faruk ile öğlenden keşfe çıkmıştık. Mertlik bozulmuş ya, yerimiz açık tribün. Nereden gireceğiz, nasıl ulaşacağız, ikimiz beraber akşam için dersimizi öğlenden çalışmıştık. Giriş, çıkışta problem olmadı da, sahada arıza çıktı, Arif penaltısıyla kaybettik.

Pazartesi günü bir aksilik çıkmazsa orada olacağım. Kasımpaşa maçını seyretmek için değil tabii. Anılarımı tazeleyip, o stada "Allahaısmarladık" demek için.

Sadece 3 Mayıs 1989 için bile o stad vedayı hakediyor.

18 Eylül 2010 Cumartesi

"O sene, bu sene" olmalı

Hani bazı seneler vardır, takımlar için psikolojik açıdan çok önemli olan...

"Bu sene olmazsa, bir daha olmaz" denir.

Trabzonspor işte bu senelerden birini yaşıyor. Ne tesadüftür ki böyle bir sezonu bugünden 15 yıl önce gene aynı teknik direktörle yaşamışlardı.

O sene olmayınca, işte bir daha olmadı. Trabzonspor 15 yıldır ligin son haftasına şampiyonluk umudu taşımadı. Bu dönem içinde mesela 2004 yılında Ziya Doğan'ın mucize serisi ile umutlarını sondan bir haftaya kadar taşıyabildiler. Ya da bir Ersun Yanal klasiği ile ilk yarıyı lider bitirebildikleri de oldu.

Ama işte o 1996 havası bir daha yakalanamadı.

Acaba bu sene ellerindeki fırsatın farkındalar mı?

Fenerbahçe ve Galatasaray arabalarının neredeyse "start"ta stop ettiği, Beşiktaş'ın abartıldığı kadar bir kadro olmadığı ve mutlaka yeni teknik direktöre alışma sürecinin getirdiği olumsuzlukları yaşayacağı, Bursaspor'un Avrupa arenasında kafasını gözünü kıracağı bu sene, Trabzonspor, güçlü ve oturmuş kadrosu, eskisinden çok farklı, kendini geliştirmiş olduğunu düşündüğüm, camianın yetiştirdiği teknik direktörü ile şampiyonluğun en büyük favorisiydi.

"-di" eki kullanıyorum. Bu eki kullanmamın nedeni tabii ki dünkü Manisa maçı skoru değil. Artık şampiyonluk puan bareminin 70'lerin biraz üzerine çıkabileceği bir sezon içinde alınan mağlubiyetlerin büyük önemi yok.

Ama beni düşündüren camiadaki "farkındalık" derecesi.

27 sene sonra gelebilecek şampiyonluğun önündeki en büyük engelin camialarının içindeki alışılageldik hastalıkların nüksetmesi olduğunu hala farkedememe...

Ve maalesef bu hastalığın sendromlarını geçtiğimiz hafta görmeye başladık. Olmadık nedenlerle istifa eden yöneticiler, yuhalanan futbolcular, boş tribünler...

Biz bu hikayeyi biliyoruz.

Dikkat..."Bu sene olmazsa, bir daha olmaz".

Şu yazımın sonuna da Şenol Güneş ile ilgili birkaç paragraf ekleyeyim. Şenol Güneş benim için her zaman "vasat" bir hoca olmuştur. Milli takımda da, kendi takımında da en iyi kadroyu çıkarmayı iyi bildiğini, ama takıma ekstra birşey katamadan, kendinden zayıf rakiplerini yenip, kendinden güçlü hiçbir rakibi yenemediğini düşündüm hep. 1996'daki Trabzon kadrosundan tek iyi kadro Fenerbahçe'deydi. Fenerbahçe şampiyon oldu, üstelik Trabzon'u yenerek. Türk milli takımındaki performansına da dikkat edin. Maç günü oynadığımız takım eğer FIFA sıralamasında altımızdaysa yendik, üstümüzdeyse yenildik. Bu durum elemeler olsun, Dünya Kupası finalleri olsun devamlı yaşandı, ta ki son maçı olan Moldovya maçına kadar.

Fakat geçen sene Şenol Güneş Türkiye Kupası finalinde Daum'un Fenerbahçe'sini futbol olarak madara ederken elindeki kadro Fenerbahçe'den daha iyi değildi. O maç bence bu senenin işareti oldu. Şenol Güneş'in artık kendini farklı seviyelere çıkartmış olduğunu düşünüyorum. zaten bu nedenle Trabzonspor bu senenin önemini bilmeli. Şartlar onlar için hiç bu kadar uygun olmamıştı.

8 Eylül 2010 Çarşamba

Kaybolan yıllar

Piontek'in 1990'lı yılların başından beri oturttuğu sistemi, Fatih Terim'in büyük katkısıyla yirmi senede tüketip, bu sisteme 2008 Avrupa Şampiyonası'nda mucize son dakika golleriyle son nefesini verdirdikten sonra Milli Takım'ımıza yeni bir umut kesinlikle gerekiyordu.

Bu yeni umut bize yeni bir sistem oluşturup bu sistemi Terim'lerin gene bir 20 sene daha ağzında geveleyip tüketme imkanı verebilecek bir Piontek bulma girişimi olabilirdi. Tabii bu strateji bir Piontek bulma, bu Piontek'in uyum gösterebilmesi gibi riskli bir süreç gerektiriyordu. Bu nedenle "kısa yoldan başarı" hatta "günü kurtarma" stratejisiyle yapılan Hiddink tercihine saygı duymak gerekiyor.

Hiddink Dünya üzerinde bir milli takımı en kısa zamanda en yukarıya taşımayı en iyi bilen teknik direktördür. Açıkçası Türkiye'de başarısız olacağını hiç sanmıyorum.

Fakat Hiddink ile takımın bir anda futbola olan yaklaşımının ve oyun stratejisinin bu kadar değişeceğini hiç tahmin etmezdim. Önce Dünya futbolunda yeri olmamakla birlikte her zaman ayaklarımız titreyerek çıktığımız, hep kötü oynadığımız ve fazladan puanları hediye ettiğimiz eski Sovyetler Birliği ülkelerinden biri olan Kazakistan'ı net bir skorla yendik. Ve dün gece, aradan sadece dört gün geçtikten sonra, çok uzun yıllardan beri ilk kez Avrupa futbolunda saygıdeğer bir yeri olan bir ülke takımını yenebildik. Hatırlarsanız geçtiğimiz yıllarda "dört günde iki galibiyet" bizim için rüya gibi bir şeydi.

İki maçta da sahada, daha önceki yıllarda Fatih Terim'in kendi kendiyle kavgası nedeniyle ortaya çıkan karmaşa futbolunun tam aksi yönünde, kontrollü, ne yaptığını bilen bir takım vardı. Futbolcu değişiklikleri ayakta alkışlanacak kadar zamanlı ve doğruydu. Semih'in oyuna girmesi ile attığı gol, Gökhan'ın oyuna girmesiyle yaptığı asist bu doğru değişikliklerin bir ürünü olmakla beraber son dakikalarda oyunu korumak için Selçuk (Aykut Hoca gibi skor olarak geride değil de öndeyken) tercihi çok başarılıydı.

Dün Hiddink'li Türkiye'yi seyrettikçe "kaybolan yıllar" şarkısı aklıma geldi. Özellikle "İmparator" imzalı "kaybolan yıllar"...



29 Ağustos 2010 Pazar

"Bes yilda bir"...

Bu "bes yilda bir" söylemi ilk olarak Fenerbahçe'nin Young Boys ile oynadığı ve Aykut Kocaman'ın Fenerbahçe 1-0 yenikken Alex'i oyundan aldığı maçtan sonraki basın toplantısında ortaya çıktı.
Bir muhabirin Alex'in oyundan çıkması ile ilgili sorduğu sorudan sonra, Kocaman konuya "Fenerbahçe son beş yılda bir kere şampiyon oldu" diyerek başlayınca belki de Alex konusundaki tutumunu da ağzından kaçırmış oldu.
Ve bu "beş yılda bir şampiyonluk" söylemi benim de içinde bulunduğum bir grup Fenerbahçe'liyi kızgınlıktan çatlatırcasına hala devam ediyor. Üstelik medyadaki "yandaş" takımı da bu söylemin üzerine mal bulmuş mağribi diye atlayınca, gerek gazete köşelerinden, gerek TV kanallarından bu demogoji ile doldurulmuş söylemin yüzümüzde patlamadığı tek bir gün bile kalmadı.
Tabii Alex'i kötüleyip taraftarla karşı karşıya getirmek için Aykut Kocaman tarafından ortaya atılmış bu söylemin, Fenerbahçe PAOK'a elenip, Lorant zamanından beri Avrupa'ya ilk defa Ağustos ayında veda etmesiyle birlikte, bütün yaldızları döküldü.
Hayır, dürüst, belden aşağıya vurmaktan kaçınmaya çalışan her teknik direktörün yapması gerektiği gibi Alex'in beş yılda bir değil, altı yılda iki şampiyonluk kazanmasından bahsetmeyeceğim. Bu basit ve bence etiksel olarak yanlış istatistik manipulasyonunun günahını teknik direktörümüz Aykut Kocaman'ın, Başkan'ımız Aziz Yıldırım'ın ve medyadaki "yandaş"larının omuzlarına bırakıyorum.
Ben şu meşhur beş yıla bir göz atmak istiyorum. Bu beş yılın üçünde Fenerbahçe ligde son haftaya lider, birinde ise son hafaya ikinci ama matematiksel olarak şampiyonluktan ümitli girmiş. Bir şampiyonluk, üç ikinciliği var. Üç kere kupa finaline çıkmış. Bu beş yılın üçünde Fenerbahçe Şampiyonlar Liginde oynamış. Bu üç yılın ikisinde bu lige önelemeden çıkarak kendine gruplarda yer bulmuş, birinde direkt katılmış. Geri kalan iki senede ise UEFA ya da Avrupa liginde gruplarda oynatıp tur atlamış. Bu çıkışlardan biri de "yandaş"ların "grupta bir Alman, bir İtalyan, bir İngiliz, bir İspanyol bir de futbola Fransiz var" diyerek ilk günden teslim olup işi alaya vurdukları bir grupla yaşanmış.
Fenerbahçe Aykut Kocaman'ın aşağıladığı son beş senede üç kere Avrupa'da baharda maç yapmış, ey ahali...Zaten 100 yıllık tarihinde baharda Avrupa'da toplam dört kere maç yapan bir takımdan bahsediyoruz.
Derbi maçlara girelim mi? Bu meşhur beş senede Fenerbahçe kaç derbi maçına çıkmış, kaç kere kazanmış, kaç kere kaybetmis hesabını yapalım mı sevgili Kocaman ve "yandaş"ları...?
Fenerbahçe'nin son beş senesi Aykut Kocaman'ın ağzında çiklet gibi çiğnenip, küçümsenecek, başarısızlık örneği olarak gösterilecek bir period değildir. O bes sene içinde Aykut Kocaman her türlü imkanın verildiği Ankaraspor'da, o takımı ligde ilk ona sokmaya çalışırken, kendi jenerasyonundan Tolunay'lar, Bülent Uygun'lar takımlarına farklı kulvarlarda başarılar kazandırıyor, Fenerbahçe ise Stamford Bridge'de ahlar ve vahlar arasında Şampiyonlar Ligi yarı finali ıskalıyordu.
Hani, bu sene Aykut Kocaman nedeniyle göremeyeceğimiz, Avrupa maçlarında Kadıköy'de Maraton üst tribününde bir pankart açılır...
"Herkes haddini bilecek"...
Biz Kocaman'la Kocaman'ın beğenmediği o beş seneyi çok ararız.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

İspat edilmemis başarısızlık sendromu

Fenerbahçe'de 2003-2008 yılları arasında teknik direktörlük açısından nispeten sağlanmış istikrar, 2008 yılında Zico'nun gönderilmesi ile yerini, aynen Aziz Yıldırım'ın ilk dönemlerinde olduğu gibi, yeni bir istikrarsızlık dönemine bıraktı. Ve belki de Aragones dışında Fenerbahçe'den kovulan ya da sözleşmesi uzatılmayan (artik ne kulp takılıyorsa), her teknik direktör geride soru işaretleriyle ağızlarda buruk bir tad bırakıyor.
Bu soru işaretlerinin iki tane nedeni var. Birincisi gelen kesinlikle gidenden daha güçlü, camianın tartışmayacağı şekilde kendini ispatlamış bir isim olmuyor. Fenerbahçe'nin taraftarını mutlu edecek, 2003 yılında Daum'da olduğu gibi gözü kapalı destek verecek bir teknik direktör getirmesine Aziz Yıldırım başkan olduğu sürece imkan yok. Çünkü Başkan'ın ne çalışma tarzı böyle bir teknik direktöre uygun, ne reputasyonu böyle bir teknik direktörü ikna etmeye elverişli ne de transfer becerisi o kadar yüksek. Zaten Aziz Yıldırım'ın böyle bir egoyu takımın başına getirme isteği olduğunu da düşünmüyorum.
Her ayrılan teknik direktörün ortaya yeni soru işaretleri getirmesinin bir diğer nedeni ise, bunu gene Aragones'i dışlayarak söylemeliyim, giden teknik direktörün başarısız olduğunun taraftar nezdinde tamamıyla ispatlanmamış olması. Son derece kısıtlı bir kadroyla ve gelen şanssız sakatlıklara rağmen Fenerbahçe'ye zaman zaman mükemmel futbol oynatmış, takımı 1989 Fenerbahçe'sinden sonra Türkiye tarihinin en güçlü kadrosuna kafa tutar hale getirmiş Low başarısız mıydı? Ligin ilk dort haftası sonunda ligin en çok puan toplayan teknik direktörlerinden biri olan Rıdvan, ilk geldiği sene takımı şampiyon yapmış, ikinci sene liderin üç puan gerisinde kalmış Mustafa Denizli gönderilirken başarısız mıydı? 30 sene sonra Fenerbahçe'ye çifte şampiyonluk kazandırmış ama üçüncü sene tamamıyla yönetimin başedemediği saha dışı faktörleri nedeniyle şampiyonluğu son hafta bırakmış Daum başarısız mıydı? Zico'yu hiç saymıyorum bile. Aziz Yıldırım'ın göz göre göre yaptığı en büyük hatanın Zico'nun mükemmel bir Avrupa bilançosundan sonra Galatasaray'ın gerisinde kaldı diye "sözleşmesinin yenilenmemesi"(!) olduğu konusunda herkes mutabıktır herhalde.
Geçen sene içinde aynı şeyi düşünmüyor muyuz? Eğer Daum devre arasında ayrılan iki ilk 11 futbolcusunun yerine ve orta sahaya transfer istemişse, bu transfer isteği Aykut ve Aziz Yıldırım tarafından engellenmişse, üstüne üstlük takımın en iyi golcüsü olmadık hukuki meselelerle kavga ortamına sokulup Aziz Yıldırım tarafından ilk 11 vetosu yemişse, şampiyonluğun kaçmasında "teknik" olarak Daum'u ne kadar sorumlu tutabiliriz? Bir sene önce UEFA Kupası finali oynanmadan önce UEFA yetkililerinin stadın çimiyle ilgili uyarı ve çözüm önerilerini umursamayıp Fenerbahçe'yi ligin en kritik döneminde balçık tarlasında oynamaya mahkum eden Fenerbahçe Yönetimi'nin kaçan şampiyonlukta payı yok mudur? Daum'un kendisini engellemeye çalışan faktörlere rağmen oynattığı iki finali başarı olarak yorumlamak çok mu abesle iştigal olur?
Fenerbahçe'nin problemi teknik direktörler değildir. Fenerbahçe'nin problemi her teknik direktör değişikliğinin takımı geriye götürdüğünü göremeyen yönetimdir. Takıma gerek direkt müdahale ederek, gerek teknik direktöre "teknik" destek vermek yerine, Azizsilin desteği vermeyi tercih ederek, teknik direktöre sağlıklı çalışma ortamını sağlamaktan imtina eden Fenerbahçe yönetimi Fenerbahçe'nin en önemli problemidir.
Aziz Yıldırım'ın müdahaleleri ve "ben futbolu bilirim" egosu ile teknik direktöre yeterli teknik destek vermemesi nedeniyle Fenerbahçe taraftarı ayrılan teknik direktörlere gönül rahatlığıyla "bu adam başarısız oldu" diyemiyor. Bunu diyemediği için yeni gelen teknik direktör karşısında güvensiz bir ortam buluyor. Gelen teknik direktör belki de gidenin "doğru" metodlarından, sisteminden "denenmiş, olmamış" diye uzak duruyor. Sonuçta Fenerbahçe teknik direktörün başarısızlığını sağlıklı ölçümleyecek bir sistem olmadığı için dön babam dönüyor.
Çözüm çok açık değil mi?

5 Ağustos 2010 Perşembe

Kılavuzu karga olanın...

Eğer kılavuzlardan biri Fenerbahçe'nin UEFA gruplarında şansını değerlendirirken "Bir İtalyan, bir İspanyol, bir Alman, bir İngiliz ve (Fenerbahçe'yi kastederek) bir Fransız. Futbola Fransız" diyecek kadar Fenerbahçe'yi sakız yapmayı seven, bu cümlelerine de alaycı kahkahalarını da ekleyecek kadar densizleşen bir futbol dehası olursa...

Bir diğeri ise duvarında asılan "Racism" konu başlıklı bir posteri "yarışımcılık" diye tercüme edip üzerine paragraflar yazan, 90 yaşındaki anneannemin bile "bu akşam çok güzel maç varmış" dediği, futbolun Nirvana'ya ulaşacağı günlerce önceden öngörülen 2006 Chelsea-Barcelona maçında nasıl sinemaya gittiğini, gittiği filmi çok beğendiğini anlatan bir Boğaziçi mezunu futbol(!) yazarıysa...

Mehmet Demirkol ve Altan Tanrıkulu'ndan bahsediyorum...

Sevgili Hocamiz Aykut Kocaman'ın ilham aldığı kankalarından...

Kılavuzu karga olanın başına ne geldiğini bilmiyor muyuz?

"Bu takımda Alex'e yer yok" diyebilen Demirkol. "Kimse dokunulmaz değildir" diye yazabilen Tanrıkulu...

Maçın sonundaki yorumları seyreden var mı? Futbol dehamız Demirkol "devre arasında acaba Alex'in yerine Selcuk'u alır mı diye konuştuk" diyerek yapılan yanlışa nasıl ortak olduğunu da densizce gözler önüne serebiliyor.

Fenerbahçe 1-0 geride. Şampiyonlar Ligi'nde tur atlamak için gol atması gerekiyor. Ve futbol dehalarının aklına gelen çözüm Alex'in yerine Selçuk'u takıma koymak. Bunun iki sene önce yenik devam edilen 10 kişilik IBB karşısında Alex'i çıkaran Aragones'in yaptığından ne farkı var?

"Alex yaşlandı, daha az oynamalı" argumanı teknik olarak bir yere kadar kabul edilebilir. Ama takımının yarısı eksik, diğer yarısı sorunluyken, bu göreve nasıl geldiğin belli değilken, ilk maçtaki sefaleti görmüşken, bileğini kessen sarı-siyah kan akacak kadar fanatik bir Young Boys'lunun en vahşi rüyalarında bile göremeyeceği bu değişikliğe imza atarsan...

O zaman bu blog'un yazarı ayağa kalkar. Senin bu takımın başına nasıl geçtiğini sorgular. Takımın Mayıs ayında olduğundan bir yüzyıl geride durmasının nedenlerini, son bir senedir takımın içinde olmana rağmen bu süreçte ne faydan dokunduğunu düşünür.

Suçun buyuk bölümü dünyanın en paragöz adamlarından biri olan Daum'u bile mazlum hale sokabilecek çirkinlikte bir uzaklaştırma operasyonun başrolünü oynayan Aykut Kocaman'da değil tabii...

Son bir cümlede son bir senedir yazdığı yazılarla adeta Aykut Kocaman'ın medyadaki tetikçisi haline gelen Şeytan'ımıza...

"Şampiyonluk şansı sıfır" Fenerbahçe'nin şampiyonluğu nasıl kaçırdığını gördük. "Zico gitmeli", "Daum gitmeli" anafikirleri üzerine paragraflar döşenen Rıdvan, dünkü maçtan sonra "sorun teknik direktörde değil, futbolcuda, sistemde" demeye hiç utanmıyor mu?

15 Temmuz 2010 Perşembe

Fenerbahce'nin Şampiyonlar Ligi yolculuğu

ŞL öneleme kuraları yarın çekilecek. Aslında yarın Galatasaray'ın da Avrupa Liginde rakibi belli olacak ama o konuda yazacak çok şey yok. Kurada çıkabilecek en zor ekip 5,838 UEFA puanlı Kalmar FF adındaki bir İsveç takımı. Galatasaray bir üst turda da seribaşı olarak katılıp en güçlüsü 13,000 UEFA puanlı Kızılyıldız olan altgruptan bir takımla eşleşip Avrupa Ligi gruplarına kalacak.
Türkiye Ligi şampiyonluğunu son maçta kaçırıp maddi olarak büyük fırsat kaçıran Fenerbahçe'nin ise önünde uzun ince bir yol var. Bu yolun üzerinde ise en güçlüsünün İspanya Ligi dördüncüsü eski dost Sevilla'nın, en zayıfının ise Belçika'nın Gent takımının oluşturduğu 14 rakip olacak.
Bu zorlu yolun ilk durağına Fenerbahçe seribaşı olarak başlıyor. Diğer seribaşı takımlar; Zenith, Ajax, Dinamo Kiev ve Braga (Portekiz). (Zenith ve Ajax'in Avrupa puanı Fenerbahçe'den yüksek, diğer ikisinin düşük). Bu beş takım içlerinde Celtic, PAOK, Unirea,Young Boys ve Gent'in bulunduğu beş takımla eşleşecek. Celtic bildiğimiz Celtic. Eski gücünden uzak ama baştan aşağıya tecrübe. Yunan takımlarının da sağının solunun ne olacağını bilmediğimizden bu takımlarla eşleşmemek avantaj olabilir. Genel anlamda rakip Celtic olsa bile geçilebilecek bir tur.
Zurnanın zirt dediği yer ikinci tur önelemeler. Bu onelemelere İspanyol, İngiliz ve İtalya ligi dördüncüleri ile Almanya, Fransa ligi üçüncüleri dahil olacak. Yani Sevilla, Tottenham, Sampdoria, Werder ve Auxerre. Bu beş takım ilk öneleme turundan gelecek beş takımla birleşip Avrupa puanlarına göre seribaşı ve seribaşı olmayan olarak iki gruba ayrılıp tekrar eşleşecekler. Yeni katılan beş takımın üçünün (Sevilla, Tottenham ve Werder) UEFA puanı Fenerbahçe'nin üzerinde. İlk önelemeden herhangi bir sürpriz çıkmaz ve seribaşı takımlar yollarına devam ederse puanı Fenerbahçe'den yüksek olan Zenith ve Ajax, Sevilla, Tottenham ve Werder Bremen ile beraber seribaşı grubu oluşturacak ve Fenerbahçe bu beş takımdan biriyle eşleşecek.
Ama ilk öneleme grubundan Zenith ya da Ajax'tan birinin elenmesi bile Fenerbahçe'nin seribaşı olup relatif olarak daha az güçlü takımlarla eşleşmesi için yeterli. Bu durumda rakipler Sampdoria ve Auxerre kesin olmakla beraber Dinamo Kiev, Braga ve ilk turdaki seribaşı olmayan takımlardan biri olabilir. Bu en iyi senaryoda bile Sampdoria ve Auxerre tehlikesi mevcut.
Fenerbahçe'nin ŞL ikinci öneleme turunda elenmesi durumunda AL gruplarına direkt ve seribaşı olarak katılacağını satırlarımıza ekleyelim. Eğer Fenerbahçe ŞL ilk öneleme turunda elenirse, aynı Galatasaray gibi, en güçlüsü Kızılyıldız olan bir pottan eşleşeceği bir takımla AL öneleme maçı oynayıp gruplara, gene seribaşı olarak, katılabilecek.

Platini'nin Turk futboluna başka bir kazığı

Hayir, yukarıdaki başlıkla 2016 Avrupa Şampiyonası'nın Fransa'ya peskeslenmesinden bahsetmiyorum. Platini'nin Türk futboluna kamuoyunun gözünden kaçan başka bir zararı oldu.
Platini geçen sene Şampiyonlar Ligi'ne katılım kurallarını değiştirip bizim gibi UEFA sıralamasında second tier diyebileceğimiz ülkelerin lig ikincilerinin ŞL Grup kademesine yükselme ihtimalini iyice azalttı. Geçen sene lig ikincimiz Sivasspor olunca hem tiraj nedeniyle hem de daha ilk turda madara olduğu için kamuoyu değişen sistemin lig ikincilerimiz için nasıl bir dezavantaj yarattığını çok anlayamadı.
Eski sisteme göre Lig şampiyonumuz bir, Lig ikincimiz iki öneleme turu oynuyordu. Bu öneleme turlarında genellikle Lig ikincimiz ilk turda seribaşı olup çok kolay bir kura çekip rahatlıkla ikinci öneleme turuna kalabiliyordu. Bu turda da orta karar bir Avrupa puanı toplamış olan takımlarımız gene seribaşı pozisyonunu alıp ikinci öneleme turunu da nispeten kolay denebilecek takımlarla oynayabiliyordu. Seribaşı olamasa bile takımlarımıza eleme turunda İngiltere, İspanya, İtalya ve Almanya liginden önelemeye katılan bir takım denk gelmezse gene yolumuza devam edebiliyorduk. Mesela Fenerbahçe CL çeyrek finalini oynamadan önce seribaşı olan Anderlecht'i elemişti. Tabii gene Fenerbahçe'nin Dinamo Kiev'le, Galatasaray'ın Steau ile olduğu gibi yol kazaları olmuyor değildi. Ama sonuçta en az bir, sıkçada iki takımımız ŞL gruplarına katılabiliyordu.
Platini geçen sene sıralamada daha geride kalan third tier ülkelerden oy toplamak pahasına, bir üst kademedeki ülkelerin ikincilerini ateşe attı. Öneleme oynayacak takımları iki gruba ayırdı. Şampiyonlar ve Şampiyon Olamayanlar. Bu iki pot arasında geçişme yok. UEFA Puanı bizim altımızda kalan ülkelerin şampiyonları ellerini kollarını sallaya sallaya gruplara kalırken, daha güçlü ülkelerin saygıdeğer ikincileri birbirlerini ezmekle meşgul hale geldiler. Mesela bu sene 27,000 puanlı Sparta Prag ve Hapoel'in seribaşı olma avantajlarını kullanıp Litex Lovetch, Partizan gibi takımlarla eşleşerek gruplara kalma olasılıkları yüksekken 54,890 puanlı Fenerbahçe'nin seribaşı olamayıp Sevilla, Werder Bremen ve Tottenham gibi takımlarla eşleşip gruplara kalamaması sürpriz olmayacak.
Bizim gibi second tier ülkelerin şampiyonlarının ise gruplarda yeri garanti. Ama bu ülkelerin takımları kalburüstü oldukları ve yüksek UEFA Puanları kazanmış oldukları için eski sistemle kendilerini zaten gruplara atabiliyorlardı. Sonuçta bizim gibi ülkelerin ikinci takım çıkarabilme olasılığı dibe indirilerek bu olasılık üçüncü tier ülkelerin şampiyonlarına devredildi.
Yeni sistemin bir etkisi de son iki torbanın, özellikle dördüncü torbanın iyice yumuşamış olması. ŞL artık Best of the Best'lerin rekabet ettiği bir turnuva olma durumundan çıktı. Bunu şöyle bir örnekle destekleyebiliriz. Geçen sene yeni sistem uygulandıktan sonra dördüncü torbaya giren sekiz takımın UEFA puan ortalaması 12,182, medianı 11,787 puandı. Üç sene önce Fenerbahçe'nin de bulunduğu dördüncü torbadaki takımların UEFA puan ortalaması 39,734 puan ile geçen senekinin üç mislinden fazla, medianı ise 40,570 puan ile geçen seneki baremin dört misline yakındı. Üçüncü torbada da belli bir yumuşama sözkonusu. Geçen sene şampiyon Beşiktaş 32,445 puanla kendine üçüncü torbada yer bulurken, bu puan üç sene önce eski sistemle düzenlenen turnuvada dördüncü torbanın en düşük puanlı takımına tekabül ediyordu.
Yarınki kuradaki Fenerbahçe'nin olası rakipleri bir başka blog konusu...

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Ve bir Final sabahı klavyemden dökülenler...

Ve yeni bir Dünya Kupası final gününe uyandık.

Benim için dört yılda bir yaşanan şölenin zirvesi. İşin en güzel tarafı finaldeki iki takımdan biri, birçok kişi için sürpriz ama benim için değil, her uluslararası futbol turnuvalarında gönlümn şampiyonu Hollanda. İlk seyrettiğim finalin haketmeyen kaybedeni. Gönül isterdi ki bu turnuvanın en güzel futbol oynayan takımı da Hollanda'nın rakibi olsun. Ama olmadı. İspanya hakederek kazandığı bir maç sonunda finale çıkan diğer takım oldu.

Seyredeceğim dokuzuncu Dünya Kupası olacak. Sekiz finalin sadece üçünde (1990, 1994 ve 2006) tuttuğum takımlar kazanmışlar. "Gönül" açısından çok iyi bir bilanço değil bu. Bu kötü bilançonun en büyük sorumluları final kaybetme rekortmeni ve diğer gönüldaşım Almanya. Seyrettiğim finaller arasında bir takımın bu kadar favori ilan edilip diğerinin "underdog" kaldiği tek eslesme hatırlıyorum; 2002 Brezilya-Almanya finali. O maçı beklenildiği gibi Brezilya rahat rahat kazanmıştı.

Hollanda'nın yarı finale çıkacağını daha turnuva başlamadan biliyordum. yarı finale kadar yolunda sadece Brezilya vardı. Dunga'nın "keklik" Brezilya'sı. O maçta 1994 ve 1998 yıllarıondaki maçların hatırına şansın ve ilahi adaletin Hollanda'nın yanında olacağını hesaplamıştım. Öyle de oldu. Uruguay'ın fransa grubunda birinci, İngiltere'nin ise kendi grubunda ikinci olması ile Hollanda'nın finale çıkacağını düşünmeye başladım.

Çok şükür, gördüm bugunleri.

İngiltere'nin son saniye golü ile grubundaki liderliği kaybetmesi, Brezilya maçındaki ilahi adalet, Uruguay maçındaki ofsayt gol ve hatta Hollanda'ya finali dar edecek Alman panzerinin elenmesi...

"Kupa Hollanda'yı istiyor".

Bugün Hollanda o kupayı almalı. çünkü oynanacak futboldan bağımsız hakeden takım Hollanda. Hollanda bu kupayı tarihiyle hakediyor. 1974 ve 1978 finallerinde, 1998 yarı finalinde haksız kaybeden olmakla...Yaklaşık 40 senedir futbola getirdiği yeni anlayışla...Dünya'daki gelmiş geçmiş en iyi futbolcuları ve teknik direktörleri yetiştirmekle...Renkleriyle, ve en önemlisi tribündeki dünya güzeli kadınlarıyla...Coşkusuyla, milliyetçiliğiyle...

Ve 2010 Dünya Kupasında elemeler dahil oynadığı 14 maçın 14ünü de kazanarak hakediyor.

Hakediyor, hakediyor, hakediyor...

Rakibinin de hakettiği birşey var; Saygı. Çok güzel oynatayabiliyor bu ayaktopunu, isteyince. Ama lütfen...

Bu bir Dünya Kupası arenası. Burada "ben bir jenerasyon yakaladım" diye kupa alınmamalı. Yıllarca ter akıtmak, uğraş vermek gerekmeli. Finalin son dakikasında topunun direkten dönmesi, rakip topa değmeden gol atmak, düşmek, kalkmak, geride kalmak ve sonra tekrar oraya uzanmak gerekiyor. Belki de jenerasyonlar bekleyerek, ama bu arada hep üreterek.

İspanya bunların hiçbirini yapmadı. Muhtemelen dört yıl sonra ortada olmayacak bir jenerasyon yakalayarak bu tarihi kupayı almaya çalışıyor. Geçmişe baktığımızda yarı finalleri yok. Dünya furboluna hediye ettiği futbolcu ve teknik direktör sayısı bir elin parmaklarını geçmez.

Bu kupayı kazanmak bu kadar kolay olmamalı.